Sil Baştan

Sil Baştan

    İstanbul… Koca yürekli, garip şehir! Aslında konu İstanbul olunca sözlerime nereden başlamalıyım tam emin değilim. Ama muhakkak ki hakkında bahsedecek çok şey olduğu için bu endişem. Belki de ilk önce en iyi bir polisiye filmden bile daha fazla içerdiği gizemden, neredeyse gitmeyen herkesin merak ettiği diğer Avrupa şehirlerinden bile daha fazla olan şatafatından ve bir de olağanüstü, insanı adeta kendine hapseden büyüsünden bahsetmeliyim. Onun bu gizemi nereden gelir bilinmez. Zaten insanı kendine çeken taraflarından biri de bundan kaynaklanır sanırım. Ama şatafatı ve büyüsü belki “İstanbul” denilince akla ilk gelen, kimliğinde kırk üç ruhunda kim bilir kaç bin yaşında, taşıdığı ağır yükün sırtına yüklediği birikmişlikle omzunun birini Avrupa’da Ortaköy’e diğerini ise Anadolu’da Beylerbeyi’ne yaslamış, manzara resimlerinde insanların aklına ve ruhuna adeta nakış nakış işleyen Boğaziçi Köprüsü’nden belki de Karadeniz’i ve Marmara’yı birbirine bağlayan, Asya ile Avrupa’yı ayıran, Boğaz’ın tam ortasında akıl almaz bir şekilde ayakta duran, birçok efsaneye konu olmuş, Galata’yla birbirine olan aşkları dillere destan Kız Kulesi’ndendir. Bilmiyorum. Aslında Galata’nın o tarih kokan tuğlaları, İstanbul’u ayaklar altına seren muhteşem manzarası her şeyi anlatmaya yeter de artar bile. Tabi içine girebilmek için ilk önce sabırsızlıkla beklediğiniz o uzun kuyruğuna girmek gerekir. O kuyruğun etrafı size küçücük bir Paris’i, Londra’yı belki de New York’u anımsatır oralara gidip görmeseniz bile kulağınıza etraftan dolan bilgilerle. Sıra size gelince içinizde dolup taşan bir heyecanla yavaş yavaş tırmanırsınız alçak tavanlı, küçük, kısa ve loş bir ışıkla hafifçe aydınlatılmış insanı garip hissettiren o merdiven basamaklarını. “ Alt tarafı bir merdivenden çıkarken nasıl bu duyguları böylesine hissedebilir bir insan? ” diye aklınızdan geçiriyorsunuz belki de şu anda. Ama biraz olsun o kulenin tarihi hakkında bir şey bilen ve orada bulunmuş her insan böyle hisseder bence. Hele bir de en tepeye çıktığınızda tarifi imkansız bir coşku vardır içinizde. Sanki İstanbul avcunuzun içine sığabilecek kadar küçüktür o an. Bütün İstanbul’a hükmedecek bir güç hissedersiniz kendinizde. Yüzlerce fotoğraf çekinirsiniz ama oradan çıktığınızda yine de fotoğraflarla belki de ölümsüzleştirdiğiniz o an bitmiş olduğu için ufak bir buruklukla ve içinizdeki buruklukla tezat oluşturacak yüzünüzdeki hafif bir tebessümle ayrılırsınız oradan. Haliç’e gözünüz takılır sonra. Köprüsüyle birlikte eşsiz manzarasını doyumsuz gözlere sunan, edebî değer taşıyan yazıların çoğunda ismi umut, özlem ve buram buram kokan sevgiyle anılan, gün batımında en çok da Galata’dan seyrine doyum olmayan, gönüllerde tatlı bir ferahlık bırakan o tanımsız Haliç’e… Boğaz’da usulca süzülerek ve vapurların aheste aheste çalan sireniyle tatlı bir telaşla sinesine doluşturduğu insanların attığı bir parça simitle bile mutlu olup yoluna devam eden belki de duraklarından biri Haliç olan martılar vardır. Onlara, mimarisi akıl almaz Ayasofya’ya, Süleymaniye’ye, Ortaköy’e, Sultan Ahmet’e sığınan o boncuk gözleriyle eşlik eden güvercinler vardır. İki adım attığınızda ürkekçe kanatlarını çırpan lakin yere birkaç yem kırıntısı saçtığınızda kendisine zarar vermeyeceğinizi anlayıp sükutla önündeki yemeğini yiyen güvercinler… Ayasofya’nın, Sultan Ahmet’in sözünü geçirip de onlardan ufak da olsa bahsetmemek olmaz değil mi? Evet, bence de öyle. Çünkü onlar tarihin tozlu yapraklarına karışıp unutulmaya yüz tutmuş birçok olaya tanık olmuş, ince ince tek tek oyalı çinileriyle, kendilerine özgü minareleriyle, insanın seyrine doyamayacağı, yüzyıllardır ayakta kalan kelimenin tam anlamıyla muhteşem şaheserlerdir. Birbirlerine yakın yapılmışlardır ki ortaklaşa belki her yönüyle İstanbul’a ve Marmara Denizi’nin hafif meltemiyle birlikte içine çekilince o, insanın ciğerlerine işleyip genzini yakan, biraz tuzlu kokusuna tanıklık etsinler diye. Marmara’nın sizi meltemiyle usulca ve nazikçe sürüklediği adalara uzanalım biraz da. Heybeliada’ya, Kınalı Ada’ya, Büyükada’ya… Hepsine uğrayın vapurla geçerken. Hatırları kalmasın üzerinizde. Vapurdan indiğinizde derin bir nefes alırsanız eğer, huzurun inanılmaz kokusunu hissedersiniz tüm vücudunuzda. Ada gezintiniz boyunca attığınız her adımda üzerinize siner huzur iyice. Eğer Büyükada’da iseniz o yumuşak tüylü köpek dostlarınız arkadaşlık eder size dar sokaklardan sahile doğru giden bu eve dönüş yürüyüşünde. Bir de oradan bakmalı bence insan Boğaz’a, İstanbul’a. O sükutla, o durgunlukla bakmalı. Belki ancak o zaman objektif olabilir bu tanımsız şehre karşı.

    Birkaç saat sonra yine iş, yine okul, yine karmaşa insana. Dönüş vaktinde acı acı öter sanki vapur sirenleri. Huzura yolculuğun dönüş bileti kesilmiştir çünkü artık. Vapurda giderken denizi izlersiniz gelirken de olduğu gibi. Deniz bile hırçındır bu sefer memnuniyetsizliğinden. Yine dar sokaklar karşılar sizi. Ama bu sefer huzur kokan cinsinden değil insanların hayat telaşında kendilerini kaybedip yürürken birbirlerinin yüzlerine dahi bakmadan geçip gittikleri cinsten dar sokaklar… İşte artık İstanbul’un göz ardı ettiğiniz o yönleri onar beşer, acımasızca, soğukça ve şımarıkça yüzünüze vurup bir mızrak gibi yüreğinizi kanatmadan delip deşer. En fenası da budur ya! Kanatmadan deşmek…  O zaman hislerinizin bütün zehri içinize akar. Ama İstanbul bu işte. Ne olursa olsun insanı kendine mıhlayan, en büyük yan etkisi maalesef ki bağımlılık yapmak olan İstanbul. Acımasız yüzünü belki yağmurlu bir günde sizin için önemli bir iş görüşmesine giderken rastgele bir arabanın lastiğinden tesadüfen takım elbisenize sıçrayan çamurlu suyla belki aynı gün taksi bulamayıp sırılsıklam olmanızla belki de o, insanın başını ağrıtan bazen de saatler süren çekilmez trafiğiyle kendince en masum bu küçük(!) sorunlarla gösterirken bazen de uğruna canınızı dahi feda edebileceğiniz insanları o az önce masum olan trafiğinde meydana gelen basit bir sollama ya da kırmızı ışık hatasıyla veya herhangi göz ardı edilmiş bir trafik kuralının hazin sonucuyla o ünlü Zincirlikuyu’suna, Karaca Ahmet’ine aldığında o zaman tam anlamıyla maskesini çıkartmış, uzaktan şımarıkça el sallıyordur İstanbul size. Biz insanlar mı şımarttık acaba onu bu kadar ilgiyle, Osmanlı padişahlarının bile kendisini fethedebilmek için birbirleriyle yarışmasıyla ya da adının geçtiği her şeyden büyük bir iştahla bahsetmemizle yoksa asırlar boyu hep böyleydi de mi fark edemedik belki de bu kadarı gereksiz olan hayat telaşımızdan? Bilmiyorum. Bilmiyoruz.

    Belki bu kadar sitemi de hak etmiyordur. Belki kendimizle yüzleşmekten kaçıp gerçek apaçık ortada olduğu halde korkakça vicdanımızı rahatlatmak için bütün suçu ona atıyoruzdur. Belki de asırlardır birikmiş yorgunluğundan taşıp hafifçe aşağıya doğru süzülmeye başlayan birkaç gözyaşını bizlere nakşetmek istiyordur. Bunu da bilmiyorum. Eskiden de böyle huysuz ve hırçın mıydı acaba? Yoksa ruhunun tam orta yerine dikilmiş ve hala gereksizce dikilmeye devam eden koskoca binalar, gökdelenler mi yaraladı onu böylesine? Neden bu kadar kalabalık ki sanki? Bu kadar insan barındırmasaydı içinde çok fazla ve yüksek binalara gerek kalmayacaktı elbet. Ama insanlar da haklı bir yönden. Kimi iş imkanına, kimi eğlencesine, kimi okumaya geliyor bu şehre. Kimi de zaten İstanbul’da doğmanın vermiş olduğu haklı vaziyetle burada kalmaya devam ediyor. Bu nedenler yeterli mi ki yine de? Neden vazgeçemiyoruz bu şehirden? Neden en ufak kaçamağımızda bile aklımızın bir köşesinde özlem salgılayarak barınıyor? Bu kendimce kesin bir yanıt beklediğim ama yanıtı öğrenince belki de gizemi kaçacak ve manasızlaşacak sorguma devam etmeli miyim sizce böyle yoksa her şeyde gerektiği gibi bu meseleyi de dozunda mı bırakmalı ağzımıza mayhoşluk hissi vermeden? Sanırım öyle yapacağım. İstanbul da bir canlıdır belki bir insana bu kadar benzeyen özellikleriyle. O yüzdendir bu artı ve eksi yönlerinin gerekliliği. Hani hiçbir insanın kusursuz olamayacağı ve her insanın kusurlarıyla imtihan olacağı gibi belki bu yüklenilmişlik de İstanbul’un imtihanıdır. Bu yüzden şarkılar bestelenip şiirler yazılmamış mıdır zaten onun adına? Mükemmel olsaydı ne anlamı kalırdı ki? Herhangi bir şehirden farksız olurdu bizim için. Şairler onu sevgililerine benzetip ona bazen darılıp bazen de hayran kalmazlardı onun vazgeçilmezliğine. İçinde “İstanbul Notası” olmasa bu şarkılar, “İstanbul Dizesi” olmasa bu şiirler anlam kazanmazdı, kazanamazdı belki de. Bana göre de İstanbul bu kadar sanırım. Varıyla yoğuyla her şeyiyle bu kadar… Ama bu şehre bile ayak uydurmanın yolu varsa o da nedir biliyor musunuz? Belki de onu her gün sil baştan yaşamak…                         

                                                                 

Elif Sena Özulucan

 

Bloga dön