NEREDE O ESKİ RAMAZANLAR ESKİ BAYRAMLAR?  Çocukluk Nostaljisi Üzerine Düşünceler

NEREDE O ESKİ RAMAZANLAR ESKİ BAYRAMLAR? Çocukluk Nostaljisi Üzerine Düşünceler

Her bireysel ve toplumsal olgu gibi ‘nostalji’ de politik, toplumsal, ekonomik ve sosyo-psikolojik şartların etkileri sonucu oluşur. Nostaljiyi doğuran nedenlerden biri olarak mevcut politik, ekonomik ve toplumsal şartlardan memnun olmama hali sayılabilir. Bu memnun olmama halinden kaynaklı olarak toplum ve birey tahayyüllerde hayali bir geçmiş, bir ‘altın çağ’ yaratıp onu yüceltir. Örneğin son dönemde yükselen 90lar, özellikle de ‘efsanevi yıl’ olarak tanımlanan 1993 nostaljisi yakın dönemde gördüğümüz nostaljik dalgaya iyi bir örnektir. Türkiye’nin politik ve toplumsal bir cehennemi yaşadığı o yıldan (isteyenler ‘1993 Türkiyesi’ diye kısa bir araştırma yapabilir), o yıldan sonra doğanlar bile, İstanbul’da gerçekleşen konserelere bakıp yapay-hayali bir altın çağ yaratılmaya çalışıyor.

Geride bıraktığımız Ramazan ve bayram hiç kuşkusuz nostalji hastalığından (nostalji kavramı bir hastalıktan doğmuştur) mustarip en bilinen konular arasında üst sıralarda yer alırlar. “Nerede o eski ramazanlar” veya “nerede o eski bayramlar klişe cümleleri ile özdeşleşen bu nostalji o kadar uzun zamandır seslendiriliyor ki artık bir tür parodiye dönüşmüş durumda.

Öncelikle şunu belirteyim: Ben ramazanları ve bayramlar çok severim. Yakın zamana kadar sağlığım elvermeyinceye kadar çok uzun bir süre düzenli oruç tuttum. Ve evet… itiraf ediyorum çocukluğumdaki ramazanları ve bayramları özlüyorum ve “ah nerede o çocukluğumun ramazanları ve bayramları” diyorum içimden.

Benim çocukluğum 70lerin sonundan 80lerin sonuna kadar olan bir dönemde geçti. O yılları ergenliğimin tüm çekilmezliğini yaşamaya başladığım 1989 yılına kadar hayatım en mutlu günleri olarak hatırlarım. Oysa ben farkında olmasam da Türkiye’de yaşayan pek çokları için o yıllar yaşamanın en zor ve en kötü dönemleriydi. Faşist bir askeri darbe toplumun üzerinden silindir gibi geçmişti. İşkence görenler; hapislerde çürüyenler; işlerini, onurlarını ve sevdiklerini-yakınlarını kaybedenler için o yıllar benim yaşadığımdan çok farklıydı elbette. O yıllarda benimle benzer yaşlarda olan ama benim gibi her dediği yapılan, iyi bir çocukluk geçirememiş;  ziyaret günlerinde ve bayramlarda hapisanede ağır şartlar ve zulüm altındaki tutuklu babasını ziyaret etmek zorunda kalmış çocuklar… Günümüzde o dönemin çocukları da benim gibi anıyorlar mıdır o yılları; o yılların ramazanlarını, bayramlarını? Ramazan söylendiği üzere gerçekten herkese bolluk bereket mi getiriyordu? Benim için ramazan iki akşamda bir farklı bir akrabaya veya dost eve gidilen ve topluca mutluluk içinde yenen iftarlar; her akşam farklı bir menü ile sevdiğim güzel yemekler ve sonunda da bayram gelince hediyeler ve harçlıklar demekti. Ben çok şanslı bir çocuktum; hem baba hem de anne tarafında neredeyse tüm büyükler hayattaydı ve sağolsunlar tatlı, harçlık ve hediye konusunda cömerttiler. Yoksul bir ailede büyüyen bir çocuğun ramazanları ve bayramları da bu şekilde mi geçiyordu? Örneğin ben çocukken herkesin kurban bayramında kurban kestiğini düşünürdüm. Bir kurban bayramında babamın halalarından birinin herkesin kurban kesemediğini anlatmasıyla bir sosyo-ekonomik gerçeklikle ilk defa karşılaşmıştım ve çok üzüldüğümü hatırlıyorum. Çocukken yoksulluğu hastalık gibi doğal bir durum olarak düşünürdüm mesela. Büyüyünce gerçekler ısırmaya başladı; dünyanın büyüsü bozuldu ve aslında dünyanın ne kadar kirli ve insanlığın ne kadar kötü olabileceğini gördüm; tıpkı yoksunluğun politik ve ekonomik tercihlere ve tarihsel süreçlere bağlı olduğunu veya bizim için bir oyun olan ‘ilk oruç dayağı hangi ilde atılacak’ tahminlerinin aslında ülkedeki demokrasi, özgürlükler ve yaşam tarzlarına saygı alanlarına dair çok ciddi politik ve sosyolojik bir sorun olduğunu öğrendiğim gibi.

Eski ramazanları özlüyorum; çünkü aslında herkes gibi çocukluğumu özlüyorum. Yoksa ramazan olduğu yerde duruyor; sadece İslami yıl Hicri takvimi esas aldığından ve hicri takvim de miladi takvimden 11-12 gün kadar kısa olduğundan yıldan yıla o kadar gün geriye gidiyor. Bu sene 10 Mart - 09 Nisan arasında gerçekleşti; seneye de 01 Mart - 29 Mart tarihleri arasında gerçekleşecek. Dolayısıyla sorun ramazanın veya bayramın eskisi değil. Sorun çocukluğuma dair hemen her şeyi özlememiz. O yıllarda ait nerdeyse her şeyi özlediğim gibi o yıllardaki ramazanların da özlüyorum. Sorumluluklarımın olmadığı; her şeyin bir tür oyuna dönüştüğü yıllar… Ramazan boyunca zamanın akışının iftar ve sahura endekslendiği bir dönemi özlüyorum. Sıcak pide bende hala Marcel Proust’un “Geçmiş Zaman Peşinde”sindeki madlen kek etkisi yapar. Sıcak pidenin kokusu her yanı sarmışken içine mis gibi köyden gelmiş doğal tereyağını ve rahmetli babamın Erzincan’dan getirdiği gerçek deri tuluma basılmış tulum peyniri koyup aldığım ilk lokma Ahmet Muhip Dranas’ın ‘Olvido’ şiirinde “tunç bir kapının ardında” tarif ettiği unutuştan sadece iyiliklerin-güzellilerin hatırlandığı bir hafıza denizinin içine iter beni. İstediğim her şeyi hemen alabilecek bir finansal özgürlüğe sahip olmadığım için arzu ettiğim bir şeyi istemenin ve özellikle de çocukken en sevdiğim şey olan ayakkabıları istediğimde annemin “bayram geliyor, bayramda alırız” demesini ve bayrama kadar beklemenin heyecanını yaşamak istiyorum. Refah içinde, dönemin koşullarında varsıl sayılabilecek bir ailede büyümeme rağmen istediğim ayakkabıyı hemen bulamıyordum; çünkü o model ya Türkiye’ye hiç gelmemiş oluyordu veya gelse bile sadece İstanbul’da satılıyordu. Annemle o ayakkabıyı bulması için yaptığım pazarlıkları ve onun  da iyi yanına denk gelirse yaptığı uğraşları hayal meyal hatırlıyorum ve özlüyorum. Bayram harçlarını kitap ve kasete (o zamanlar henüz CD daha çıkmamıştı; hala MC dinliyorduk) yatırmayı; bayramda rahmetli babaannemin bayramlaşmaya çok fazla kişi geldiğinden dolayı yaptırdığı tepsi tepsi baklavaları, su böreklerini ve zeytinyağı sarmaları kilere gidip gidip sınırsızca yemeyi; daha ötesinde dertsiz tasasız, sadece anı yaşamayı özlüyorum.

Bu ramazanda yakın dostumuz bir aile iftara geldi. Uzun yıllar sonra ilk kez bir iftar daveti vermenin heyecanıyla elimden geldiğince zengin bir sofra kurmaya çalıştım. Masaya oturduğumuz ise aklıma Gazze’de ve dünyanın farklı yerlerde açlıkla pençeleşen çocuklar; fiyatı arttığı için artık her gün pide alamadığını titreyen bir sesle söyleyen emekliler; orucu sadece aç-susuz kalmak olarak gören ve yıllarca oruç tutsalar bile ruhlarınını temizlenemeyecek olanlar; politikleşmiş ve dünyevi işlerden başını kaldırıp uhrevi işlerle uğraşmaya vakit bulamayan dini kurumlar geldi…

Almanca’da çok sevdiğim bir kelime vardır: Weltschmerz…

Sözlük anlamıyla ‘dünya ağrısı/sızısı anlamına gelen ve Türkçe’de karşılığı olmayan bu kelime ‘gerçeğin hiçbir zaman zihnin beklentilerini karşılayamaması karşısında duyulan hissi’ ve ‘mevcut dünyanın sizin olmasını istediğiniz hali yansıtmadığı için içinde bulunulan depresyonu’  tanımlar. Ağzıma attığım bir hurma tanesi adeta ‘weltschmerz’ tadını içine hapsetmiş, damağımdan tüm bedenime yayıldı.

Her ramazan oğlum Kerem’in ilk kez ramazan pidesiyle tanıştığı anın fotoğrafına bakarım. Onun şaşkınlıkla karışık coşkusunu gördüğümde içimdeki çocuğun öleli çok olduğunu fark ediyorum. Ölmediyse bile can çekişiyor ve Muratgan Mungan’in şiirinde dediği gibi “kırılgan bir çocuk o; yüreği cam kırıklarıyla dolu”…

Bülent Tunga Yılmaz

Bloga dön