Tutsaklıklar  İçinde Öze Dönüş 'Gegen Die Wand'

Tutsaklıklar İçinde Öze Dönüş 'Gegen Die Wand'

Ağla Sevdam

Ağla Zorbam

Bu dünya

Ağla

Susma, ağla.

Ağla.

 

Şarkının çaldığı sahnede yazmaya karar verdiğim film ‘Gegen Die Wand’ diğer adıyla ‘Duvara Karşı.’

Arka fonda canım İstanbul Boğazı... Selim Sesler ve orkestrası eşliğinde aidiyet kavramını çokça hissettiğimiz film; parlak ve keskin ışıkların ortasında bir gece kulübünün kapanışıyla başlar. Başrol oyuncusu Cahit karakterine hayat veren Birol Üner’in bir punk bardan atılmasıyla hareketli bir başlangıç yapan film; oyuncunun tam gaz arabasıyla giderken duvara çarpıp intihar girişiminde bulunduğu sahnesiyle de belleklere çarpıcı bir şekilde kazınır. Cahit ise 40’lı yaşlarında Türk asıllı bir Alman ve filmin sonunda kim olduğunu sorgulatan bir çirkin bir karizmasına sahip.

Fatih Akın’ın yönetmenliğinde gerçekleştirilen ‘Duvara Karşı’ yıllar sonra izlediğim bir film oldu. Empati yapmanın da çekimser kaldığı bir öze indim kendi içimde, dağıldım gecenin orta yerinde... Açıkçası bunca zaman sonra filmi izlediğimde nasıl bu kadar geç kaldığımı sorguladım ve hemen yazmaya koyuldum. Yazmasam kendime büyük borçlu kalacaktım.

Duvara Karşı’nın açılış sahnesinde tamamen sarhoş olarak karşımıza çıktı Birol Üner. Filmin genel sinematografisinde empatiye davetiye gönderen oyuncu müthiş çarpıcılıkta bir performans göstermiş ki; acının eşiğini hissetmemek mümkün değil sanki. O acıyı son derece cool hissediyor filmde orası gerçek ama durumlar içler acısı bir hal alıyor. Ve oyuncunun kendisi hakkındaki detaylardan biri de çekimlere kadar alkol alıp; filmde gerçekten sarhoş biçimde role girmesiymiş. Geçtiğimiz yıl Eylül ayında kansere yenik düşen Birol Üner’in hastalığı daha o zamanlarda belirginmiş ve çekimler boyunca da seyretmiş.

‘Duvara Karşı’ aslında iki farklı kültür arasında denge kurmayı başarabilmiş bir Fatih Akın öyküsüdür de. Türkiye doğumlu olup Almanya’da yaşayan bireylerin ne Türk, ne Alman olamayıp; ya da olmayıp daha başka öteki oluşunun kısımlara ayrılarak anlatılışıdır. Zamanı, akışında geçen zamanı ve zamanlamayı sebebini anlayamadığım bir hüzünle izledim ve yalan yok; bir zaman kendime pek gelemedim.

Cahit yakın bir zaman önce eşi Katherina’ yı kaybettikten sonra kendini alkol ve uyuşturucuya vermiş, kaybettiği Alman eşiyle sanki aidiyet duygusunu da kaybetmiştir. Yaşamaktansa çoktan vazgeçmiş, hatta var olmanın bile çelişkileriyle yaşayan, bir gece kulübünde temizlik işi yapan alkoliktir. Yine bir akşam otomobilini son sürat kullanıp bir duvara çarparak intihar gereksinimde bulunan oyuncu yatırıldığı klinikte kendisi gibi başarısız bir intihar girişiminde bulunan Sibel ile tanışır. Sibel ise; kendisine baskı yaptığını düşündüğü ailesinin yanında bunalıp intihara kalkışmıştır. Ve bu baskılardan ancak Türk birisiyle evlenirse kurtulacağı düşüncesindedir -çünkü ailesi bir yabancıyla evlenmesini onaylamayacaktır- Bundan dolayıdır ki; Cahit’e ‘evlen benimle’ diye yakarır sahnenin birinde. Çünkü Sibel karakterinin ebeveynlerin istediği şeklinde bir evlilik hayali yoktur. Onun tam olarak istediği şey olarak tanımladığı özgürlüktür. Cinsel özgürlüğü kafasındaki özgürlük normlarının en başına koyar. Bu sayede yani formalite bir evlilik yaparak, özgürlüğün kapılarını açabilmiş olacaktır. Filmde evlendikleri ilk gecenin sabahı geceyi barda tanıştığı biriyle geçirdikten sonra; Berlin sokaklarını tek başına gelinliğiyle arşınladığı sahnelerde yüzüne vuran özgürlük silueti, ruhunun yıllardır beklediği özgürlüğün de meta foru gibi durur aslında. Evlilik fikrini ilk başta hiç ama hiç onaylamayan Cahit duruma daha sonra ev arkadaşlığı şeklinde olumlu bakmaya başlamıştır. Rehabilitasyon merkezindeki doktorun Cahit’e söylediği ‘’ Hayatına son vermek istiyorsan bunun için ölmene gerek yok.’’ cümlesine Cahit, bir zaman sonra Sibel’in evlilik teklifini kabul etmekle hayat verirken; bu evlilik Sibel için de yıllardır ruhunun arzuladığı özgürlük hayalinin gerçekleşmesi anlamına gelmekteydi.

Oynadıkları evlilik oyununda başlangıçta birlikte içilir, eğlenilir, hatta evde geleneksel Türk yemekleri yenilebilirdi. Biber dolmasının da Türk yemeklerini temsili çokça ön planda olduğu ve fonda çalan Sezen Aksu’nun ‘Yine mi güzeliz Yine mi Çiçek’ şarkılı olan karşılıklı rakı içtikleri sahne ise filmin en umut verici sahnesidir. İnsanın sevgilisini karşısına alıp saatlerce konuşmadan bu şarkıyı dinleyesi geliyor o sahnede, göz göze. Aşk denilen olgunun dar ve kısacık vakitlere sığdırabileceğinin salt kanıtı olan bu sahne; anların önemine vurgu yapıyor kendi içinde, umut veren bir tebessüm konduruyor yüzlere. Ama filme dönecek olursak; keşke hep ev arkadaşı olarak kalsalardı diye düşündüren o kısım. Fakat zamanla hislerde evriliyor ve Cahit her ne kadar uzun yıllardır Alman kültürüyle yaşayıp Türk alışkanlıklarına karşı olsa da; Sibel’in başka erkeklerle olan maceraları bir zaman sonra kıskançlıklarına yol açmaya başlıyor. Aslında tam da bu anlamda çektiği acıdan sonra ölüden pek de farkı bulunmayan ‘sert erkekler aşık olmaz’ deyimini bize karakteriyle anımsatan Cahit’in kör kütük Sibel’e aşık olduğunu görüyoruz. Kendine bile itiraf etmekten çekindiği Aşk çoktan kapısını çalmıştır da; aşkı uğruna bir gece yarısı barda Sibel kaynaklı bir kıskançlık yüzünden cinayet işlemiş, cezaevine gönderilmiştir. Berbat bir halde olan Sibel’se onu bekleyeceğini söylemiş olsa da; bu bekleyişi değişen ve akışında yenik düşülmüş bir zaman diliminde farklı yol ayrımlarına gitmiştir. Sibel İstanbul’da evlenmiş hatta çocuk sahibi olmuştur. Tüm bu olanlar yol ayrımlarının insanların gerçekten kendilerinden ödün verecekleri bir tuzak dönemeçleri mi yoksa; sınırlarını zorlayacakları yaşamın doğal akışı mı olduğunu akıllara getiriyor. Ki eğer; kendilerinden ödün verecekleri dönemeçlerse; o yolları döndüklerinde dağılan kitap sayfaları gibi geçmişleriyle de karşılacaklar ya da karşılaşmayı isteyeceklerdir. Hikayelerdeki boşluklar okunmaz ama geçmişe dönerek belki doldurulabilir. İşte ‘ Duvara Karşı’ kendi içlerinde evrilen bir aşkın tamamlanma sürecini okunarak, yine de boşlukta bırakarak finalini yapar.

Cahit’in hapishaneye düşmesinden sonra büyük bir travma yaşayan Sibel Türkiye’ye kuzeni Selma’nın yanına dönmeye karar vermiştir. Dönmüştür de, Kuzeni Selma ise düzenli ve monoton bir yaşama biçimiyle Sibel’in benimsemiş olduğu yaşam modelinin tam da zıddını benimsemiştir. Sibel için bir müddet tahammül edilebilir olsa da; bir zaman sonra özgürlüğü uğruna intiharı göze aldığı ruhu onunla birlikte düzenli yaşamayı istemeyecektir.

Ve içindeki dev yalnızlık ordusuyla mücadelesinde yenik düştüğünü hisseden Sibel sonuçlandıramadığı ve bastıramadığı arayışlarının sonucunda İstanbul’un arka sokaklarında kendini öldürtmeye kadar yol alır. İşte bu noktadan sonra belkide o dönemeci gün doğumunda geçmiş gibi gözüken Sibel ile karşılaşmışızdır. Aslında ne yazık ki kızımız duvara toslamıştır. En başından beri karşı çıktığı düzenli aile yaşantısı onun merkezindedir; Sibel artık anne olmuştur. Kimi zaman kendine göre küllerinden doğmuş; kimi zamanda yitirdiği heyecanlarıyla ve bastırmak zorunda olduğunu düşündüğü isyanlarıyla birlikte tekdüze bir hayatın tutsağı olmuştur.

Ama filmin sonlarında yönetmenin Ağır Roman filmine atıfta bulunur nitelikte ‘Ağla Sevdam’ film müziğini çaldığını sahne bu acıyı içimize öylesine gönderiyor ki; hani ne yapsan bir çare gibisinden. Kendince özgürlüğünün tanımına ulaştığı gecenin sabahında beyaz gelinliğiyle Almanya sokaklarında yürüdüğü sahnelerle başlayan bir öykü; aslında bambaşka bir tutsaklığı da peşinde getirmiştir. Hayatın klişeleşmiş döngüsünü izlemeye koyulanların tutsaklığını.

Hayattan hiçbir beklentisi kalmamış tabiri caizse dip yapmış bir adamın yeniden hayata dönebilmesidir ‘Duvara Karşı’. Yeniden aşık olabilmesidir, hem de kendine bile itiraf edemediği cinsten, çok aşık... İçindeki yangınlara bir gece hapse girebilmeyi göze alabilecek kadar karşı koyamamasıdır. Sibel; Cahit’in yaşama yeniden döndüğünü hissettiği, yeniden hissedebilmeyi öğrendiği bir filizleniş biçimidir. Ve yönetmen aşkın metaforunu lunapark sahnesiyle de çok iyi betimlemiştir. Cahit’in arkadaşı Şeref karakterine can veren Güven Kıraç’ın yapmış olduğu tanımla da bağdaşan cinsten. ‘’ Aşk nedir biliyor musun? He? Aşk böyle lunaparktaki tahta ata benzer. Üzerinde hani bir ileri, bir geri gidiyormuşsun gibi bir his, sanki ayağın yerden kesiliyor, böyle bir coşku. Bir s*kime gittiğin yok.” Cahit’in bilekleri kanlar içinde sahneye çıkıp yapmış olduğu dans son derece etkileyicidir. O dans ki aslında vücut dilini çok iyi kullandığı kanayan kalbinin dansıdır.

‘Gegen Die Wand’ büyülü bir akışa sahip. Fonda kullandığı müziklerde cabası. O kadar etkileyici bir mizansele sahip filmin devinimleri içersinde beni derinden etkileyen etkileyen üç sahneden bahsetmeden yapamayacağım. Sibel ile Cahit’in klinikten kaçıp bira içmeye gittikleri sahnede evliliği onaylamayan Cahit’in sözleri karşısında Sibel’in bileklerini kesmesi müthiş bir çaresizlik göstergesiydi. Yine Cahit’in Sibel’e aşık olduğunu anladıktan sonra onun yastığını koklayarak uzanması ve Sibel’le tamamlanamayan sevişmelerinden birinde Sibel’in Cahit’in gözlerine bakarak; yapamam demesi; ‘Yaparsam Karı-Koca oluruz’ .Aşık olmaya başlayan Cahit için tam bir yıkım hali. Gerçeklik payı göreceli olarak değişir ama aşıksanız da durum Cahit’e eşdeğer biçimde değişir.

Fatih Akın diğer filmlerinde olduğu gibi müziklerde de yine çok güzel bir seçki yapmış olacak ki; filmdeki konu geçişlerinde arka planda İstanbul fonu kullanılarak Selim Sesler orkestrası ve Sibel Üner solistliğinde seyircide son derece hoş bir etki bırakıyor gerçekten. Seyircinin yüzünde aidiyet duygusunun memleket havasının da vermiş olduğu bir tebessümü yakalıyor yönetmen.

Diğer bir yandan oyunculuklara değinecek olursak; başrol oyuncusu Cahit karakterindeki Birol Üner’in sahnelere kendisinden de bir şeyler kattığı oldukça belirgin. Ve daha iyi bir anti kahraman olamazdı diye düşündüren cinsten. Sert, çirkin ve karizmatik... Ve de aşık...Bunun dışında Şeref rolüne hayat veren Birol Güven’in oldukça samimi yansıyan oyunculuğu da son derece başarılı gözükmekte. Lunapark sahnesi’ nde başlı başına karakteri yukarıya taşıyor zaten. Sibel Kekilli ise cüretkar sahnelerinin ötesinde öylesine güçlü bir samimiyet katıyor ki karaktere; hani iyi ya da kötü ne yaparsa yapsın yargılatmadan onaylatan cinsten. Kendinizi yerine mi koymuyor musunuz, onunla beraber dans edip ağlamıyor musunuz öyle de tuhaf güçlü bir samimiyet. Filmde Almancı anne ve Meltem Cumbul’un mimik ve konuşmalardaki yetersiz oyunculuğu dışında yan rollerin hepsi de son derece derin bir oyunculuk sergilemişler. Oyunculukların dışında; senaryoda da atlamadan geçemeyeceğim bir iki kurgu çelişkisi var sanki. Sibel’in baskın yapıda olarak lanse edilen aile karakterinin; film boyunca bunu çok da fiili olarak yansıttıkları bir eylem yok gibi. Hatta Sibel’in evlenmeden önceki intihar girişiminin de somut bir nedeni gösterilmeyerek yönetmen o noktada zeminde biraz boşluklar oluşturmuş gibi. Bu olgular daha da somut olarak gösterilip bunlar eşiğinde senaryo da en başından birbirine daha paralel bir kurguyla işlenebilirdi belki ama; bazı şeyleri istenerek de film gibi karanlıkta bırakılmış olabilir. Ve ‘Duvara Karşı’ finalinde aslında ‘her seçim bir kaybediştir ya da her kaybediş başka bir seçim’’ felsefesini vurguluyor yönetmen inceden zihinlerde. Cidden de öyle oluyor. Seçimler kaybedişleri daha çok doğuruyor ‘Duvara Karşı’da. Ya da kaybedişler seçimleri doğurmuyor da; zorluyor.

İlk yayınlandığı zaman; cinselliği de bastırılmış bir toplum olarak sadece erotik sahneler içeren pornografik bir film olarak anılması bakıldığında gerçekten çok üzücüdür. Fatih Akın’ın filmografisinde kanımca en üst sırada yer alan ‘Duvara Karşı’ hayatın akışına bir sürgün halidir, ara sıra duyulmayan çığlıklar attığımız, gözyaşlarını içimize akıttığımız. İsyanımızda boğulduğumuz ve çokça da sorgulamadan hayatın derinliğine gömülerek; kalbimizin bir yerine de yaşanılabilecek tek bir an için Aşk’ı gömdüğümüz, o An’ a sakladığımız. Kalp aynıdır, sadece Aşk değil çok daha fazlası vardır ama isyan filmde kullanılan ‘Ağla Sevdam’ parçasında da okunduğu gibi amansızdır. Değişen hayat döngüsünde koşulların nasıl da bireylerin yaşamında yıkımlar açtığının ve küçücük anların nasıl da umut çağrıştırdığını içeren bir başyapıt film; klavyemi durmaksızın çalıştırdığım. Ve hakettiği ilgiyi yayınlanmasından yıllar sonra görmeye başlayan, daha da fazlasını görecek olan. Tüm deformelerin içinde formu görebileceğiniz bir film ‘Duvara Karşı’ daha önce de yazdığım gibi ne Türk, ne Alman hikayesi aslında tam anlamıyla bu iki kökene sığmayan gurbetçi ötekilerin hikayesi bir yerde. Ve sürgün edildiğimiz hayatı yaşama biçimlerimizin daha çok.

2004 yılında Berlin Film Festivali’nden Altın Ayı ödülü ile dönen film; tükenişin, çelişkide kalınan karşı çıkılan hayatla buluşmuş halidir. Sibel ve Cahit ise bunun en gerçekçi ifade biçimidir. Ne de olsa Cahit bir daha aşık olmayacak kadar sert, yaşama arzusunu yitirmiş, Sibel ise anne olmak için evlenmeyecek karakterlerdir. Fakat Cahit’in hapisten çıkıp Sibel’i aramak için İstanbul’a geldiğinde artık bir hayali vardır. Onunla birlikte doğduğu topraklara, Mersin’e gitmek... Bakalım Sibel onunla gidecek midir? Yoksa zamanın hayatının bir noktasında yine dönüp onu bulmasını mı bekleyecektir? Belkide şimdi kişilere ve zamana değil, döngüsüne sürgündür.

 

Şengül Demir Altındağ

Bloga dön